Murat Çiftkaya ile neredeyse hepimizin ortak sıkıntısı “İngilizce öğrenme” konusunu konuştuk. Murat Hoca, konuya çok farklı açılardan yaklaşıyor ve İngilizce konuşma konusunda yeni iddialar ortaya koyuyor.
Murat hocam hoşgeldiniz.
Hoşbulduk Ersin bey.
İsterseniz, önce kısaca sizi tanıyalım. Murat Hoca kimdir?
Doğrusu, meslekî kariyer açısından birkaç şapkası olan birisiyim. Akademisyen, öykü yazarı, editör, çevirmen. Ama şu anda karşınızda dil koçu-danışmanı olarak oturuyorum.
Dil koçu ve danışmanı derken öğretmenliği mi kast ediyorsunuz?
Tam olarak değil. Ona yakın. Ama o değil. “Ben bildiğiniz öğretmenlerden değilim” diyorum o yüzden.
O zaman, bunu biraz daha açmanızı isteyeceğim.
Şöyle, ben yıllarca öğretmenlik yaptım. Bu alanda evlet ve vakıf üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptım. Üniversitelerin ya da özel kurumların özel dil okullarında çalıştım. Yani, işte, bir ders kitabını takip edip, öğrencilere İngilizce’nin gramer kurallarını anlatan, bunları anlamasını, çünkü İngilizce’yi gramer kurallarını öğrenerek ve kelimeler ezberleyerek sonunda konuşabileceklerine inanan birisiydim. Sonra bunun çok âkıl kârı olmadığını görüp vazgeçtim.
Ama hemen her yerde İngilizce bu şekilde öğretilmiyor mu?
Haklısınız. Ama bir söz var, Einstein’a ait yanılmıyorsam. Akıl zayıflığının en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca deneyip farklı bir sonuç almayı beklemektir, şeklinde. Bizim de onyıllardır okullarda, kurslarda, özel derslerde izlenen bu yöntem, bu yaklaşım istediğimiz sonuca ulaştırmıyorsa, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gerekmiyor mu? Bence gerekiyor. Ben bu sorgulamayı yaptım ve yaygın dil öğretme zihniyetini, yaklaşımını ve yöntemlerini terkettim. Dil öğrenmeye bakışım değişti, bu konudaki zihniyetim dönüştü. Ve elbette ki izlediğim yöntemler değişti. İstenilen sonuca ulaştıran, hem de daha kısa zamanda, eğlenceli bir şekilde ulaştıran bir yöntem aradım. Bulabildiğim en iyi yöntemi izliyorum şimdi. Ders kitabı yok, kalem yok, defter yok, gramer kuralı yok, kelime ezberleme yok! Hatta ödev yok! Bunlar olmadan özellikle zaman fakiri iş adamlarının dil öğrenmesine yardımcı oluyorum.
Sizin yönteminize geçmeden önce, çocuklarımızın aldığı dil eğitimini biraz daha konuşalım mı?
Ersin bey, küreselleşen, küçülen ve kültürel açıdan köye dönen bir dünyada iş adamıysanız, araştırmacıysanız, ya da hangi meslekte çalışıyorsanız çalışın, İngilizce sizin için olmazsa olmaz. Yetkililer bunu bildikleri için ilkokul 2. sınıftan itibaren ilk ve orta dereceli okullarda yoğun bir İngilizce ders programı uyguluyor. Üniversitelerdeki dil derslerini saymıyorum. Bakın, devlet okullarında ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrencilerin gördüğü toplam İngilizce ders saati tam 1296! Bu İngilizce gibi bir dili ileri derecede öğrenmek için yetip de artacak bir rakam.
Ama olmuyor!
Kesinlikle olmuyor! Bir devlet lisesini bitiren ortalama öğrencinin İngilizce seviyesi, kendisine verilen 1296 saat İngilizce derse rağmen A1 ile A2 arasında. Yani başlangıç seviyesi ya da onun biraz üstü. Arada yabancı dili çok gelişen öğrenciler elbette ki çıkıyor, ama onlar bu eğitim-öğretim sistemi sayesinde değil, ona rağmen yetişiyor. Sistem yabancı dil öğretemiyor.
O yüzden de veliler çocuklarını kurslara gönderiyor.
O da işin başka bir boyutu. Aslında, kursların de neredeyse tamamı aynı mantıkla çalışıyor. Yani bir ders kitabı var, bir hoca var, öğrenciler var. Hoca öğrencilere İngilizce hakkında bilgiler veriyor. Dilin mantığının nasıl çalıştığını anlatıyor. Gramer yani. O piyasayı da bildiğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki, İstanbul’daki ortalama bir dil kursunda 100 öğrenci sıfırdan başlıyorsa, bunların ancak 5-10’u kursta B2 düzeyine gelebiliyor. B2 ortanın üstü diyebileceğimiz bir düzey. Bu düzeye kadar gelebilen öğrencilerin İngilizce konuşma becerilerinin ne kadar geliştiği apayrı bir konu. Siz de çok duymuşsunuzdur, genellikle, “Anlıyorum ama konuşamıyorum!” diyor dil öğrenenler.
Hocam, sonuçta bu büyük bir kaynak israfı değil mi?
Ersin bey, ağzınız bal yesin! Hem de nasıl bir israf. Size sayayım neler israf oluyor. Okuldaki 1300 saat ders, üstüne kurslardaki yüzlerce saat. Zaman israfı, para israfı, emek israfı. Ama asıl üzülmemiz gereken bunların dışında bir israf: Duygu israfı! Biz, insanlarımızın, gençlerimizin özgüvenini, cesaretini ve ümidini israf ediyoruz. Çarçur edip çöpe atıyoruz maalesef.
Nasıl?
Ülkemizde yabancı dil deyince o tecrübeyi yaşamış insanlarda bir çekinme, ürkeklik, kaygı ve korku hakim oluyor. Ne büyük bir kötülük ediyoruz onlara! Kendilerini suçlamaya başlıyorlar. “Benim dile yeteneğim yok, ben öğrenemiyorum” diyorlar. Halbuki, pedagojik açıdan da linguistik açıdan da bu doğru değil. Kural şudur: Siz anadilinizi sorunsuz anlayabiliyor ve konuşabiliyorsanız, dünyadaki bütün dilleri de sorunsuz anlama ve konuşma kapasitesine sahipsiniz. Eğer yüzlerce saat eğitim gördüğünüz halde yabancı bir dili konuşamıyorsanız, suç kesinlikle sizin değil!
Kimin peki?
Mevcut hakim yanlış yabancı dil öğretim zihniyetinin, ve bu yanlış zihniyeti devam ettirip öğretmenleri bu yöntemlere mecbur edenlerin! Yanlış zihniyet, hatalı yöntem, kusurlu uygulama o kadar cafcaflı, o kadar kendini beğenmiş bir tarzda kendini sunuyor ki, insanlar “Demek ki, hata bende, ben beceremiyorum!” demek zorunda kalıyor. Sonra bir kısır döngüye giriliyor. İnsanlar “Ben İngilizce öğrenemiyorum, geç kaldım” diye düşününce birisi gelsin kısayoldan bu işi onun için halletsin duygusuna kapılıyor. Suiistimale çok açık bir hale düşüyorlar.
“Beş Günde İngilizce!” gibi reklamlar geldi aklıma siz öyle deyince.
Evet, “Sana beş günde İngilizce öğretirim!” “Beş haftada bülbül kesilirsin!” gibi para tuzaklarına düşüyorlar. Bunlar bizim piyasanın çiftlik bankçıları Ersin bey! Çiftlik bankçıların kolay yoldan para kazanma hevesi gibi kısa yoldan yabancı dil öğrenme hevesini istismar ediyorlar. Bunun mümkün olmadığını aklıbaşına herkes biliyor.
Çok teknik bir dil kullanmadan yanlışlık nerede, açıklar mısınız?
Elbette. İlk ve en büyük hata, yabancı dili coğrafya, tarih veya matematik gibi öğretilecek bir şey olarak görmek.
İngilizce öğretilen ve öğrenilen bir şey değildir mi diyorsunuz?
Tam tamına! Bir dili konuşabilmek için o dilin gramerini öğrenmeye ihtiyacınız yoktur!
Hiç okula gitmemiş, ama anadilini mükemmel konuşan insanlar isim, sıfat, yüklem, tamlama, ismin halleri, çekimler vs. bilmez. Bilmesine de gerek yoktur! Şöyle sorayım size, hangimiz anadilimizi öğrenirken önce gramer kurallarını öğrendik? Hiçbirimiz! Belki kendimizinkini hatırlayamayız, ama çocuklarımızın veya yakınlarımızın çocuklarının anadillerini nasıl konuşmaya başladığını hatırlayalım. Ne gramer kuralı anlatılır onlara, ne de kelime ezberletilir. Doğal bir şekilde o dili edinirler. Aynı şeyi yabancı dili öğrenirken de neden yapmayalım? Biz dilbilimci olmak istemiyoruz, bir yabancı dili yeterli düzeyde konuşmak istiyoruz. Neden yüklem, özne, nesne veya edat gibi teknik kelimelerle uğraşmak zorunda kalalım? Neden bu kadar zor olsun ki bu? Neden keyifli ve eğlenceli olmasın, neden anadilimizi öğrendiğimiz gibi yabancı dilleri de öğrenmeyelim?
Mümkün mü peki?
Hem de nasıl! “Bu iş Türkiye’de olmuyor, İngilizce konuşulan bir ülkede bir süre yaşamak lazım” diyoruz ya, işte bu doğal edinme yoluna başvuruyoruz farkına varmadan. Ama benim iddiam, bu doğal yöntemi işimizi gücümüzü bırakmadan İngiltere’ye, ABD’ye veya başka bir ülkeye gidip aylarca yaşamak zorunda kalmadan burada yapabileceğimiz. Hatta, şöyle bir iddiada bulunabilirim. İngilizce konuşulan ülkelere gidip ve orada belli bir süre kalıp İngilizce konuşmayı başaranlar bunu bir eğitimin değil, doğal bir etkileşim sürecinin sonunda gerçekleştirirler. Dil okulunda ya da bizim deyimimizle bir kursa gidenler öğrendikleri gramer bilgisinden değil, orada hocalarla ve diğer öğrencilerle kurdukları iletişimden yararlanırlar.
Hocam, gramere neden bu kadar karşısınız?
Ersin bey, gramere karşı değilim. Ama dil eğitimi denen süreçte neden-sonuç ilişkisi karıştırılıyor. Demek istediğim, bir dili edinince yani konuşacak düzeyde öğrenince, o dilin gramerini de öğrenirsiniz. Ama bir dilin gramerini öğrenmek o dili edinmek veya konuşmak anlamına gelmez. Bunun en güzel örneği, kendi dilimizin gramer kurallarını farkına varmadan biliyor olmamız. Yabancı birisi bizim dilimizi konuşurken yanlış yaptığında fark etmemiz. “Onu öyle değil de şöyle diyoruz biz” dememiz.
Demin bir kavram kullandınız. Edinme dediniz. Ne demek bu?
Çok önemli bir şeyi fark ettiniz, teşekkür ederim. Bu İngilizce ya da herhangi bir dili öğrenme konusundaki yol ayrımını oluşturuyor. Hani, başta demiştim ya, İngilizce öğretilecek bir bilgi değildir. Kimse anadilini bir öğretmenden öğrenmedi, ders almadı. Peki nasıl öğrendik? Ana-babamızla, ailemizle girdiğimiz iletişimle, farkında olmadan, öğrendiğimizin bilincine varmadan. Dili onlarla iletişim kurmanın, onların dünyasına girmenin bir aracı olarak kullanarak. İşte bu edinme demek. Dili bir amaç olarak öğretmek yerine bir iletişimin aracı olarak, öğrencinin düzeyine, ilgilerine ve kişiliğine uygun bir bağlam içinde farkında olmadan öğrenmesini sağlamak.
Hocam, bu dediklerinizin uygulaması nasıl olacak? Mesela bizim okuyucularımız, yani iş adamları bunu nasıl yapacaklar?
Önce şu gerçeğe inanacaklar: sorun onlarda değil! İngilizce’yi rahatça, kolayca ve eğlenceli bir şekilde konuşabilirler. Ama bunu onlar yapabilirler, başkası değil. Ben dil öğrenmeyi yani edinmeyi beslenmeye benzetiyorum. Başkasının yediği ya da size resmini gösterdiği güzel besinlerin sizin bünyenize faydası olmaz. Bizzat sizin yemeniz gerekiyor onları.
Anladığım kadarıyla birinci adım, özgüven ve kişisel emekle ilgili. Peki ya sonra?
Çok güzel özetlediniz. İkinci adımda doğru bir yöntemi sabırla, sebatla, motive bir şekilde izlemek. Bu nokta da çok önemli. Denetim odağını kendi üzerinize kurduğunuzda, yani “Bu iş bende!” demeye başladığınızda bakışınız değişiyor. Sonra hedefe sizi en kolay, en kestirme götürecek yolu yani yöntemi seçip o yoldan yürümeniz gerekiyor.
Murat Çiftkaya
Yorumlar kapalı.